Divan Edebiyatı'nda Cenknâme ve Cülûsiyye türü


Divan Edebiyatı'nda Cenknâme ve Cülûsiyye türü


CENKNÂME

            Cenknâmeler, yazıldıkları dönem itibarıyla dini tebliğ ve yayma amacını güden kahramanlık konulu eserlerdir. Cenknâmelerde din adına savaşan kahramanların amacı, dini tebliğ etmek, gayrimüslimler ile olan problemleri ortaya koymak ve bunları çözüme kavuşturmaktır. Cenknâmelerin genelinde daha çok Müslüman gayrimüslim ilişkisi ve onlara dair bilgilerin yer aldığı görülür.
            Cenknâme geleneği, Horasan’dan başlayarak Türk dünyasına yayılan ve İslam öncesi milli edebiyat geleneğinin pek çok açıdan devamı olan tekke ve tasavvuf edebiyatından ayrılmıştır. Bir zaman sonra kahvehaneler, tekkenin karşısında bir nevi Müslümanların alternatif sosyal kurumu olarak belirir ve tekkenin, topluca eğlenme ve sosyo-kültürel faaliyetlerde bulunma tekelini kırar. Dahası tekke ekseninde uhrevi bir neşve içinde yer alan zikirler, kahvehane ekseninde neredeyse tamamen dünyevi bir karakter kazanır.
            Günümüze kadar gelen cenknâmelerde herhangi bir mezhebin, tarikatın ve cemaatin özelliği ön planda tutulmamıştır. Cenknâmelerin amacının, dinî-ahlakî bilgi, tarih bilgisi ve şuuru ile topluma moral vermek olduğu söylenebilir. İnsanın kendine ve başkalarına karşı olan yükümlülüklerini yerine getirmek, güzel huylar edinip kötülüklerden kaçınmak gerektiği gibi fikirlerin işlendiği cenknâmelerde, birinci derecede topluma İslami bir ahlak sistemi öğütlenmektedir.
            Önceleri sözlü olarak anlatılan Cenknâmeler, daha sonra yazıya geçirilerek günümüze kadar gelmişlerdir. Bunların büyük bir kısmı günümüzde yeniden ele alınarak işlenmiş, modern hikâyeciliğimize kaynaklık etmiştir. Türk edebiyatında dini ve kahramanlık konularını içeren Cenknâmelerin sayısı oldukça fazladır. Bu Cenknâmelerde, Hz. Ali’nin hayat hikâyesi, kerametleri ve onun etrafında cereyan etmiş olaylar anlatıldığı gibi, diğer İslâm büyüklerinin kahramanlıklarına da yer verilmiştir.
            Cenknâmeler, XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu coğrafyasında, devrin toplum yapısı, hayat tarzı ve dünya görüşüne uygun olarak, Anadolu’nun en hareketli dönemlerinde, Dursun Fakı tarafından tercüme, adapte ve telif yoluyla Türk tarihine kazandırılan eserlerdir. Dursun Fakı tarafından Türk kültürüne kazandırılan bu Cenknâmelerde, İslamiyet’ten önceki Türk kültür hayatı ve inancına ait pek çok unsur ile İslami unsurlar bir araya getirilmiştir. Dini motifler başta olmak üzere diğer motifler de tespit edildiği zaman görülmektedir ki, bu metinlerde net bir biçimde iyi-kötü, Müslüman ile küffar çatışması ele alınmaktadır.

            Hz. Ali cenknâmelerinde İslami unsurlar sürekli kendini hissettirir. Hz. Ali, iyi insanların koruyucusu ve yol göstericisi olan bilge bir kahramandır. Bu tarz eserlerde Hz. Ali, halkı kötü güçlerden koruyan, darda kalan insanların imdadına yetişen, onları düşman zulmünden koruyup kollayan, halkın sevdiği ve yücelttiği bir kahraman veya olağanüstü güçleri bulunan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Yapılan mücadeleler de  Müslüman ile gayrimüslümler arasındadır.


CÜLÛSİYYE

            Cülûs, “c-l-s” fiilinden türemiş, “oturmak”, “tahta çıkmak” anlamında Arapça bir kelimedir. Osmanlılar’da cülûs sözü daha çok şehzadelerin tahta geçişi münasebetiyle kullanılmış, bununla ilgili olarak cülûs bahşişi, cülûs çıkması, cülûs çıkması, cülûs terakkisi, cülûsiyye vb. terimler kullanılmıştır. Edebi bir terim olarak cülûsiyye, Osmanlı şehzadelerinin padişah olarak tahta çıkışı üzerine genel olarak kaside nazım şekliyle yazılan ve tahta çıkan padişahı öven manzum veya mensur örneklerdir. Cülûs kelimesinden türemiş olan Cülûsiyye ise, padişahın tahta çıkma töreninde dağıtılan “bahşiş” anlamına geldiği gibi, bu münasebetle yazılan manzumelere de isim olarak verildiği görülmüştür.
            Cülûs hadisesi bilhassa Müslüman-Türk devletlerinde şehzadelerin tahta geçmesi münasebetiyle düzenlenen törenler, herhangi bir taht kavgasına engel olmak için ölen hükümdarın cenaze merasiminden önce yapılırdı.
            Yeni padişahın cülûstan sonra sakal bırakması adet olup buna “tesrîh-i lihye” denirdi. Cülûsun on beşinci günü yeni padişahın Mukaddes Emanetler Dairesi’ne gitmesi ve kayıt defterini gözden geçirmesi de adetti.
            XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda cülûs törenleri sırasında bazı padişahlar başlarına “yûsufi” denilen bir sarık sarar veya bu adla anılan bir serpuş giyerlerdi. Rivayete göre Hz. Yûsuf’a ait olan bu sarığı Yavuz Sultan Selim Mısır’dan getirmişti.
            Cülûsun elçiler vasıtasıyla dost ve komşu devlet hükümdarlarına bildirilmesi de adetti; buna “cülûs tebliği” denirdi. Klasik edebiyatımızda cülûsiyyeler, daha çok kasidelerin “teşbip” bölümlerinde görülmekle birlikte, terci-i bend ve terkib-i bend tarzında veya tarih manzumeleri gibi farklı nazım şekilleriyle yazıldığı da olmuştur. Bu tür eserlerde öncelikle yeni hükümdarın tahta çıkması münasebetiyle ülkenin mutluluk, huzur ve refaha kavuştuğu, halkın bu olaydan sevinç ve mutluluk duyduğu vurgulanarak Allah’a şükredilirdi.
Manzum cülûsiyelerin en meşhurlarından biri, Bâkî’nin İkinci Selim için yazdığı cülûsiyyedir.


Der-cülûs-ı Sultân Selîm Hân


Bi-hamdi’llâh şeref buldı yine mülk-i Süleymânî
Cülûs itdi sa’âdet tahtına İskender-i sânî
Togup gün gibi zerrîn tâc ile burc-ı sa’âdetden
Yitişdi şarkdan garba ziyâ-yı ‘adl u ihsânı
Beşâretler zemîne âsmânuñ gözleri aydın
Cihânı rûşen itdi pertev-i envâr-ı Yezdânî
Perî gözden nihân olmak ne mümkindür zamânında
Cihânı şöyle nûrânî kılupdur rûy-ı rahşânı
Metâ’-ı ma’rifet geldi revâcın buldugı demler
Zer-efşân eylesün nergisler evrâk-ı gülistânı
Biraz uyhu yüzin görsün felekde dîde-i encüm
Ki çeşm-i baht-ı bî-dârı yiter dehrüñ nigehbânı
Hudâvend-i cihân sultân-ı ‘âdil şâh-ı deryâ-dil
Ser-efrâz u serîr-efrûz-ı tâc u taht-ı sultânî
Penâh-ı dîn ü devlet pâdişâh-ı âsmân-rif’at
Cenâb-ı Şeh Selîm ibni Süleymân Hân-ı ‘Osmânî
Şehenşâh-ı hümâyûn-tâli’ u ferhunde-tal’atdur
Cihân-ı saltanatda ol sa’âdet tahtınuñ hânı
Elinde Hazret-i Dâvûduñ âhendür ki mûm oldı
Ziyâ-bahş olsa âfâka n’ola şemşîr-i bürrânı
Su gibi nâr-ı kahrından erir bir demde Rûyîn-ten
Tokınsa şu’le-i şemşîri nerm eyler Nerîmânı
İner Seyf âyeti gibi ser-i a’dâya şemşîri
Hadîs-i tîg-i pulâdın nice şerh ide Kirmânî
‘Alevlerdür duhân içre görinür tîgler gûyâ
Ne dem gerd-i siyâhı rezmgâhı kılsa zulmânî
İderler reh-nümâlıklar ‘adem mülkine a’dâya
Guzâtuñ ellerinde nîzeler şem’-i şebistânî
Müselles gösterür dâyim temâşâ eyleseñ elde
Meger kim pâre-i elmâsdur câm-ı dırahşânı
Hudâvendâ sen ol çâpük-süvâr-ı mülk ü devletsin
Ki rahş-ı himmetüñ evvel kademde aldı meydânı
Semenderveş semendüñ yanar od içre atar kendin
Su gibi akıdur degse şirâr-ı na’li sindânı
Felekler farkına basdı kadem devrüñde fazl ehli
Nice pâ-mâl ide dünyâ-yı fânî ehl-i ‘irfânı
Kef-i cûduñ keremler kim kılupdur ehl-i ‘irfâna
Ol ihsanı gül ü nesrîne kılmaz ebr-i nîsânî
Sehâ resminde haddinden tecâvüz eylemez deryâ
Kef-i cûduñ taşırgatmaz kerem vaktinde ‘ummânı
Perîşân itmedi devrüñde hergiz kimseyi kimse
Meger meclisde yârân-ı safâ gül-berg-i handânı
Kafâdâr oldılar şîr ü peleng âhûya sahrâda
İderler şol kadar şimdi ri’âyet hakk-ı cîrânı
Felek gırbâl ile zer buldı dirler hâk-i râhuñda
Miyân-ı hâlede seyr eyleyenler mâh-ı tâbânı
Aña her gûşeden bir ta’ne taşın kondururlardı
Nigînüñle mu’ârız görseler mühr-i Süleymânı
Sabâ gibi güzâr itdüm seher gülzâr-ı medhüñde
Bu ebyâtı terennüm kıldı bir mürg-i hoş-elhânî
Nihâl-i hoş-hırâmuñdur cihân gülzârınuñ bânı
Müsellemdür saña âyîn ü üslûb-ı cihânbânî
Cünûnın gördiler cûlar nihâl-i sîm-sîmâñâ
Gümiş zencîr ile bend itdiler serv-i hırâmânı
Gedâ-yı âsitânuñ âsmâna ser-fürû kılmaz
Begenmez hâsılı kemter kuluñ eyvân-ı Keyvânı
Senâ-hvânuñ olurdı mâh-ı Ken’ân tal’atuñ görse
Saña Yûsuf diyeydi iller aña Yûsuf-ı sânî
Getür câm-ı sürûr-encâmı ey sâkî yiter çekdük
Cefâ-yı devr-i gerdûnı belâ-yı çarh-ı gerdânı
Benem ol ‘âşık-ı şûrîde kim turmaz revân eyler
Dilinden Âb-ı hayvânı gözinden dürr-i galtânı
Zuhûr itdi Zahîrüñ sırrı tab’-ı nükte-dânumda
Akıtdı kendüye şi’rüm revân-ı pâk-i Selmânı
Belâgat kûsın urdum husrevâne heft kişverde
Suhan menşûrına çekdüm bu gün tugrâ-yı Hâkânî
Egerçi pîr-i dânâdur göñül fenn-i belâgatda
Velî olmaz debistân-ı senâñuñ tıfl-ı nâ-dânı
Nisâr-ı şâha lâyık mümkin olsa bir güher bulmak
Kazardum tîşe-i endîşe birle kân-ı imkânı
Du’â-yı devlet-i şâh-ı cihâna başla ey Bâkî
Hudâ pâyende kılsun tâc u taht-ı zıll-ı Yezdânı
Zümürrüd tahtına çıkdukça şâh-ı leşker-i encüm
Cihanı efser-i zerrîn ile kıldukça nûrânî
Ser-efrâz ol serîr-i saltanatda gün gibi dâyim
Münevver kılsun ikbâlüñ bu nüh fîrûze eyvânı
Ziyâ-bahş ol rikâbuñ şu’lesinden mâh u hûrşîde
Semend-i bahtuñ itsün ‘arsa-i ‘âlemde cevlânı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

“ER-” YARDIMCI FİİLİ İLE ŞAHIS EKLERİNİN ESKİ TÜRKÇE VE TÜRKİYE TÜRKÇESİ DÖNEMLERİNDEKİ KULLANIMI

Şahıs Ekinin Türkiye Türkçesi ve Eski Türkçedeki Kullanımı Hakkında Çalışma (kısa)

Çıgany: Fakir